21 Aralık 2013 Cumartesi

Ağa ve Kâhya



       Ağanın birisi yeni bir jip alıyor şehirden, kâhyası şoför koltuğunda kendisi arkada köye geri dönerlerken de sohbet ediyorlar. Ağa anlatıyor; küçükken biz çok fakirdik, şöyle günler geçirdim, böyle günler geçirdim, falancanın şu imkânları vardı kaybetti, filancanın şu malları vardı kaybetti aralarından ben yükseldim, çok çalıştım... Anlattıkça anlatıyor ağamız. Sonrasında da biraz da gırgır geçmek niyetiyle kâhyaya şunu söylüyor; Sen böyle bir jipe sahip olabilir misin? “Yok efendim, biz karnımızı zor doyuruyoruz biz kim araba kim!” Tamam diyor bak şu ileride bir inek pisliği var onun yanına çek! Kâhya şaşkın tabi, sebebini merak ediyor. Ağa ağzındaki baklayı çıkarıyor; Sana bu jipe sahip olmanın yolunu göstereyim mi? Şu inek pisliği var ya, onu ye bu jipi hemen sana vereyim. Kâhya telaşla; Bu ne biçim söz ağam... Gördün mü bak fırsatları sen değerlendiremiyorsun, al sana fırsat.. Kâhya pisliğe bakıyor, jipe bakıyor, düşünüyor derken, ağa da kimseye söylemeyeceğine söz verince kâhya gidiyor ve pisliği yiyor. Ağa da verdiği sözde duruyor ve anahtarı kâhyaya veriyor.Velhasıl giderlerken kâhya görüyor ki ağa çok üzgün, ağzını bıçak açmıyor; ağam neden böyle suratın asık? Ağa cevap veriyor; Ben hemen gider bunun yenisini alırım önemli değil de, biz şimdi ne söyleyeceğiz köylülere, sen hazine buldun da bu arabayı aldın desek inanmazlar, ben hediye ettim desem onlar da isteyecek adalet adına, işin içinden çıkamadım. Kâhya frene basıyor; ağam, bak şurada bir pislik var, eğer caydınsa ve o pisliği sen de yersen ben arabayı sana geri iade ederim! Ağa sinirleniyor; O ne biçim laftır, nasıl konuşuyorsun sen! Kâhya mazlum bir şekilde; ağam, ben bunu senden öğrendim, cahilliğime ver, aramızda kalacağını da bildiğim için, seni bu dertten kurtarmak istedim. Ağa bir pisliğe bakıyor, bir jipe bakıyor ve kalkıp pisliği yiyor, sonrasında da arabayı teslim alıyor… Her şey eskisi gibi olmasına rağmen ağanın yüzü yine gülmüyor. Kahya soruyor ağam yine ne oldu, işte çözdük problemi? Ağa cevap veriyor; Çözmeye çözdük de, şehirden çıkarken bu araba benimdi, köye girerken de benim. Fakat o pisliği biz niye yedik ?

24 Kasım 2013 Pazar

“Mey gibi her bir harâmın sekri olsaydı eğer....;





Esad Muhlis Paşa ne de güzel özetlemiş aslında;

“Mey gibi her bir harâmın sekri olsaydı eğer;. O zaman malûm olurdu mest kim, huşyâr kim?"


İçki içtiğinde şöyle bir sarhoşluk hali olur da günah işlediğin anlaşılır. Keşke bütün günahlar böyle olsaydı da anlasaydık ayık kim, sarhoş kim ?

Dedikodunun, gıybetin, yalanın sarhoş ettiğini düşünün, etrafımızda ayık adam bulamazdık herhalde.

Türkiye'deki bütün dedikoduculara; "Bir dakika kardeşim" diyemeyebilirim ama bendeki tezahürünü veya unsurlarını olması gereken kıvama getirebilirim. Ben neresindeyim bu işin? Çünkü ben kendimden mesulüm.


"Her koyun kendi bacağından asılır" lakırdısı doğrudur ama koyunlar içindir. Biz koyun değil; insanız.

Unutmuşum özür dilerim; günümüzde kimse kendini kurtarma derdinde değil, herkes başkasını kurtarma peşinde.


Sevgi ve Saygılarımla,


Tunç C.

20 Ağustos 2013 Salı

Ufak bir Ölçek...





Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak,
Halbuki;
Biz sussak tarih susmayacak, tarih sussa hakikat susmayacak.
Onlar sanıyorlar ki,
Bizden kurtulsalar mesele kalmayacak
Halbuki;
Bizden kurtulsalar, vicdan azabından kurtulamayacaklar...
Vicdan azabından kurtulsalar
Tarihin azabından kurtulamayacaklar.
Tarihin azabından kurtulsalar...
Allah'ın gazabından kurtulamayacaklar!

Sezai Karakoç

19 Temmuz 2013 Cuma

Ramazan'ı fark etmek...



       Günlerden bir gün Musa Aleyhisselâm'ın ümmeti kendise sorar ; “Rabbimizi yemeğe davet etsek. Buyursa ve misafirimiz olsa, neyimiz varsa ikram etsek olmaz mı ?” Musa Aleyhisselâm, onları azarlar; “Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir” diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tembihler. Fakat sonrasında Allah (c.c.) Musa’ya ; “Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?” Hz. Musa mahçup olur ve böyle bir daveti iletmekten haya edeceğini, utanacağını söyler. Allah (c.c.) cevaplar: “Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim”


     Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar eder ve hazırlıklar başlar, koyunlar, sığırlar kesilir. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlanır. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktır. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecektir. Hazırlıklar tamamlanırken bütün o koşuşturmanın içerisinde uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelir: “Ya Musa! Uzak yollardan geldim, çok susadım bir bardak su verebilir misin?” Hz. Musa: “ Dede, şimdi çok meşgulüz, şu köşeden kendin alabilirsin” der ve gider ihtiyar. Beklemeye başlarlar, ikindi olur, akşam olur, yatsı olur ama beklenen misafir gelmez, tabi Hz. Musa çok mahcup olur. Ertesi gün Cenab-ı Allah’a boynu büker ve; “Yarabbim… Gelmedin ?” Cenab-ı Allah “Hayır” der, “Geldim, geldim ama siz ne karnımı doyurdunuz ne bir bardak su ikram ettiniz. Bana: "Git şu köşeden al" dediniz. Hz.Musa; ”Yarabbim o bir ihtiyar adamcağızdı...” Hz. Allah cevap verir ; “Ey Musa, Ey kerimim, onun gönlünde benden başkası yoktu. Ben yerlere göklere sığmadım ama mümin kulumun gönlüne sığdım. İşte o ihtiyarın gönlünde misafirliğe gelmiştim size.”….


     Ramazan-ı şerif gelir, bir misafir gibi gelir. Ya ona diyeceğiz ki ; “Baba sen şu köşeden bir su iç.” Ya ; “Dur şimdi çok işimiz var, dünyaya koşturuyoruz, borsa ne durumda, yarın ödenecek çekim var hem bu sıcaklarda nasıl olacak….” Belki de diyeceğiz ki; “Baba, evet işimiz var ama gel şöyle baş köşede otur bir karnını doyur hatta seninle gelen güzelliklerden bize de ikram et.” Ramazan-ı Şerif aynı o kalbinde onu taşıyan ihtiyar gibi, içinde kardeşlik, içinde birlik, içinde bütün güzelliklerle birlikte çıkar ve gelir, yeter ki onun farkına varalım.
     
     
    Cenab-ı Allah bizi Ramazan-ı Şerif’i fark edenlerden eylesin….

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Delinin Zoruna Bak..



    Öyle insanlar vardır ki, baş gözüyle görenler için deli, kalp gözüyle görenler için velidir. Bazen Mahallenin delisi dediğimiz insanlar öyle bir cümle ederler ki kitaplara sığmaz. Hatta burada şu beyti paylaşmadan edemeyeceğim;

"Ehl-i irfânım diye kimseye ta’n etme sen
Defter-i irfâna sığmaz söz gelir dîvâneden"

[Ben bilgiliyim, okudum yazdım falan diyerek kimseyi küçük görmeye kalkma sakın. Çünkü deli bildiğin kimse öyle bir söz eder ki, şaşar kalırsın; kitaplara sığmaz, aklın durur.]

    Sözü de daha fazla uzatmayayım, dönemin Abbasi Halifesi Harun Reşid ve O zamanın delisi Behlül Dana arasındaki menkıbeler meşhurdur. Bunlardan bir tanesi de Behlül Dana'nın rüya gördüğü hikayedir. Günlerden bir gün Behlül, sarayın arazisi içerisinde bir ağacın altında uyumuş. Dünyayla zaten işi yok hani eskiler derler ya; "Dünya yansa el kadar hasırı yanmaz." o cinsten. Gelip uyandırmışlar halifenin adamları. Uyanır uyanmaz basmış feryadı ; "Mahvettiniz! Sultandım rüyamda, emrimde ordular vardı, bir uyandırdınız bitti gitti hepsi yine kaldık bu vaziyette!" Etraftakiler yadırgamışlar, deli işte diyerek şikayet etmişler Sultana... "Efendim uyandırdık olmadık yerde uyumuş, bir de üstüne kabahati yetmiyormuş gibi bize kızıyor, rüyadaki sultanlığımı bertaraf ettiniz sultanlıktan indirdiniz diyor" Sultan çağırın demiş şu Behlül'ü. Gelince sormuş; "Oldu mu şimdi Behlül, ben seni bilirim dengesizlikler yaparsın delisin ama rüyadan uyandırıldın diye bu celallenme niye? Hem rüyadaki sultanlığın ne kıymeti var ki? Adı üzerinde rüya." Behlül günümüze kadar ulaşan o muhteşem cevabı vermiş; "Halife Hazretleri, ben rüyamda sultandım, uyandım sultanlığı kaybettim. Lakin bilirsiniz ki tekrar uyuyup aynı rüyayı görme ihtimalim az da olsa vardır. Oysa senin şu sultanlığın var ya... Gözlerini kapattığın an o sultanlık biter bir daha da gelmez üstüne bir de mahkum olursun. Benimki hiç olmazsa rüya da da olsa geri dönme ihtimali var, şimdi söyle bana hangisi kıymetsizdir ? Seni mahşer günündeki uyanıklığa davet ederim...

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir..

    Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim...; Söyledikleriniz muhtevası elbette önemli ama nasıl söylediğiniz çoğu zaman en az onun kadar önemli.
    Hükümdarın çok sevdiği, gözünden dahi sakındığı bir atı varmış, öyle seviyor ki evladı gibi muamele edermiş, "Bu atın bana ölüm haberini getirenin kellesini alırım" diye ilan etmiş. Atın ömrü insan ömründen kısa malum, yıllar içerisinde seyisbaşı atın maalesef öldüğünü görmüş lakin gel de bunu hükümdara söyle.. Velhasıl çıkmış huzura, “Hükümdar Hz. atınız yatmış ve kalkmıyor” demiş. "Eeee" demiş hükümdar. Seyisbaşı devam etmiş; ”Yem verdim,yemiyor.” Eee, “Kamçıyla dürttüm, tepki vermiyor” , “Gözlerini de açmış kapatmıyor.” Hükümdar telaşla, ”Desene Öldü benim at!” Seyisbaşı cevaben; “Efendim vallahi ben demedim zatıaliniz buyurdunuz” demiş. Tabi Hükümdar için olmasa da seyisbaşı için bir yumuşaklıkla hadise geçip gitmiş.. 
   Yine Rüya görüyor Sultan, iki bilge kişi var sarayda rüyayı yorumlayacak (o eski güzel tabirle müdebbir), birini çağırıyor, tabir korkunç..“Sultanım" diyor, "Bütün yakınlarınızın ölümünü göreceksiniz, maalesef bu acıyı yaşayacaksınız.” diyor. Sultan kahroluyor, diğer yorumcuyu çağırıp rüyasını anlatıyor, “Sultanım gözünüz aydın, müjdemi isterim” diyor, ”Tüm akrabalarınız arasında en uzun ömürlü olan siz olacaksınız!” 
    Yunus bin yıl öncesinden tespiti ne de güzel yapmış; Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir... Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı... 
   
    Gördüğünüz gibi, insan kulağından zehirleniyor, panzehiri de yine kulağından alabiliyor…

23 Mart 2013 Cumartesi

Hayallere Sahip olmak..



 
Hayallere sahip olmak başka, hayalperest olmak başka bir şey... Güzel ülkemizde, güzel gelişmeler oluyor son günlerde, aslında her gelişme deruni olarak incelenmeyi hak ediyor lakin ben karşı safta duranlara ve metodolojilerine çok takılıyorum, bir genç olarak rahatsız oluyorum. Anlamaya çalışıyorum, beceremiyorum..
Bizim bir rüyamız var, gelip neden bu rüyaya ortak olmuyorsunuz ?  

   Şu açık ki; Geçmişte şöyle veya böyle bir kere "özne olmuş milletler bir daha asla tarihin nesnesi olmayı kabullenmezler", kabullenmemeliler. Bardağın boş tarafları varsa gelin beraber dolduralım, ya bardak boş diyerek bardağı atacağız, veya bardağı doldurmak için çaba sarfedeceğiz. Başarı denilen olgunun asansörü yok ki, merdivenleri çıka çıka ulaşıyorsun. Gönlünde bir rüyası olmayanın bu ülkeye vereceği hiçbir şey yoktur, gönlünde bir rüyası olmayanların 80 sene bizim ülkemizi soktukları durum ortada, arşivlere indikçe gözlerimden yaş geliyor benim. Eski Türkiye ne güzeldi değil mi? Senaryoyu başkaları yazardı, bize de küçük bir figüran rolü verirlerdi, sahnenin şurasında görüneceksin, şu cümleyi söyleyeceksin, ülkemin avucu açık arada bir Avrupa para verirse karnını doyuruyordu. Eski Türkiye için hareket eden her şey tehlikeliydi. Devlet insanları Anadolu'ya hapsetmişti, vatandaşından korkuyordu, halbuki insan hareket ettikçe değer üretir, adeta içine kapan ve harbi de milletinle yap. Tarihini biraz olsun bilen bir Türkiye genci bununla nasıl rahat edebilir anlamak mümkün değil. O değerlerin çıkarlar altında ezildiği dönemler.... Çok uzak da değil aslında; 2001’de sadece 100m. $ ‘lık komik bir para için biz kredinin randevusu bile alamadık (dileniyorduk demeye dilim varmıyor) şuanda o paranın on katını ihtiyaç sahiplerine hibe olarak verebilen bir devletiz Elhamdülillah. Sadece hükumeti eleştirmek için insanlar insanlıktan ve vicdandan bu kadar uzaklaşabiliyorlar ama yakın tarihimizi bile bilmiyorlar, klavye başındaki çoğu genç kulaktan dolma birkaç ezber dışında araştırma yapmıyor, okumuyor. Ben, öldükten sonra bile insanlara iyiliği dokunan(himmeti devam eden) bir ecdadın torunuyum, bu ülkenin bir genci olarak kendi yaptığım işin en iyisini yapmaya çalışıyorum zaten bu ülkede herkes kendi işinin en iyisini yapsaydı çok şey değişirdi. Bir kesim insan var sadece muhalefet ediyor, Türkiye büyüyor, onların sözleri küçülüyor, milletten kopuklar. tarihten kopuklar. ortadoğu halklarından kopuklar. Balkanlar'dan kopuklar. Orta Asya'dan kopuklar. İşin en kötü yanı ise korkulara dayalı bir Türkiye çıkarmak istiyorlar. Buna izin vermeyeceğiz. Bu ülkeyi korkularla, dürtülerle sindirme dönemi bitti. Çünkü "Tarih Türkiye'nin 80 senedir yaptığı gibi arkasından koşulacak bir şey değildir, tarihin önünden gidilir ve yön verilir." Nasıl tasavvur edersen öyle olur, güçlü bir Türkiye tasavvur edersen öyle olur, her şey önce bir hayalle başlar. İngilizler kuruluş aşamasında “bağımsız bir ülke temsilcisi gibi görünün ki öyle sansınlar” talimatını temsilcilerine verdiğinde gönüllerinde bir hayal vardı, Malcolm X’in zenciler için çok zor görünen ama zamanla hepsi gerçekleşen hayalleri vardi, Elbette bu ülkeyi yöneten Chp zihniyetinin de bir hayali vardı, Topkapı’ya küfredip Beyaz Saray’a dilenerek gerçekleştirmek istediği, ama başaramadı, olmadı işte… Sonuçta 10. Yıl marşını kim daha yüksek sesle okursa o daha medeni, çağdaş veya ilerici olmuyor ne yazık ki.. Rahmetli Turgut Özal’ın ölmeden önce yaptığı son konuşmasında okuduğu ve Türkiye’deki   geri kalmış zihniyeti (sözde medeni ve çağdaş) özetleyen şiiri paylaşayım ve sözlerimi de daha fazla uzatmayayım; 

“İşimiz düştü mü tersaneye, yahut denize,
Mutlaka, âdetimizdir, koşarız İngiliz’e.
Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir;
Hekimin hâzikı bilmem nereden celbedilir.
Meselâ bütçe hesabını yoktur çıkaran...
Hadi Maliye’ye gelsin bakalım Mösyö Loran.
Hani tezgâhlarımız nerde? Sanayi nerde?
Ya Brüksel’de, ya Berlin’de, ya Mançester’de!”

Ve  bir tane de Arif Nihat Asya'dan, ama çok gaza gelmeyin yine de :) ;

Delikanlım, İşaret aldığın gün atandan;
Yürüyeceksin, millet yürüyecek arkandan.
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan'dan
Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın,
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.

13 Mart 2013 Çarşamba

Aklını Başına Al Kardeşim...


"..Çırak ne olmuşsa yerin altında,usta da o olmuştur.Yalnız kalmak istemiyorsan gideceğin yerde eğer; İyilikten,güzellikten, doğruluktan evlatlar, dostlar, yoldaşlar edin kendine şimdiden. Geçip gitmede ömür. Umutlar hep yarın, yarın, yarın. Tükenen zamanı dolduruyor hep kuru kavgalar, boş didişmeler, faydasız gürültüler. Aklını başına al kardeş. Günü, bugün say; ölüm ki kaşla göz arasında; ölüm ki dudakla söz arasındadır.."

24 Şubat 2013 Pazar

Varlık ve Yokluk


   Varlığın çokluğu nisbetinde yolculuk zor, ölüm ürkütücü. Düşünsenize bir onca mal mülk edinmişsiniz onca çalışıp kazanmışsınız sonra da onları sahip(!)lenmişsiniz ecel gelince nasıl bırakıp gider insan?!.. Hayata sarılmalar öyle çok ki onun zıddı olan ölüm hiç akla gelmemiş varlığa öyle alışılmış ki yokluk akıldan silinip gitmiş... Hani yükü hafif olanların yolculuğu da kolay olurdu?!..


   Iskender Pala'nın söylediği gibi ; "İşin özü ve özeti şu: Ecel geldiğinde terk edecek ne kadar az şey var ise “lebbeyk!” diyerek ölüme o derece çok kucak açılabilir. O halde varlığınız çoğaldığı oranda onu hayır yolunda azaltınız ki yolculuklarınız kolay olsun!.. Çokluğun derdi elbet çok olur; yokluk kapısında nefis de yok olur. "


Yunus ne güzel söylemiş:
Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı.

15 Şubat 2013 Cuma

Nabi'den..



"Lâzım gelirdi serv ü çınar ola meyvedâr. Fazl ü hünerde medhâli olsa kıyâfetin..."
Ilk bakışta okuyunca pek anlaşılmıyor öyle değil mi ? Bu sene Unesco tarafından da 300. ölüm yıl dönümünü kutlanan Nabi'nin eserlerini her yeniden incelediğimde başka bir özelliğiyle hemhal oluyorum. Gerçekten 24 ayar bir şairdir o... Sözü de fazla uzatmadan yukarıdaki dizenin manasını yazmaya çalışayım;

"Selvi ve Çinar ağaçlarının meyve vermesi gerekirdi eğer kılık kıyafetin veya büyüklüğün, iriliğin bir faydası olacak olsaydı." Onlar meyve vermez de kısacık vişne ağacından neler alırsın. Çünkü hikmet büyük görünmekte, kibirle kendini şişirmekte değil, fazilet ve ahlaktadır, ilimdedir...

10 Şubat 2013 Pazar

Odunun doğrusu...



   Bir gönül adamı, çocuklarının ateş yakmak için kesilen odunlar arasından düzgün olanlarını ayırdıklarını görünce, onlara bunun sebebini sormuş. Çocukları:
   

"Onlardan balta ve keser sapı yapabiliriz", diye cevap vermişler. "Bu yüzden yakmayıp ayırıyoruz." Gönül adamı, lâfı gediğine koyarak:

   "Odunların doğru olanları bile kendini ateşten kurtarıyor", demiş. "Ya insanların doğru olanları nasıl nimetlere nail olurlar,siz düşünün."

4 Şubat 2013 Pazartesi

"Sen sürüleri gönlüne bağladın, benimkiler ahırda duruyor."


Dönemin çok zengin tüccarlarından Imam-ı Azam'ın yine kendi gibi varlıklı bir öğrencisi çok para kazanmış, ama gönül dengesi bozulmuş. Birgün diyor ki "Ya Imam, sizin ibadetinize hayranım, doyamadığınız ve aldığınız keyif belli, size benzerdi benim ibadetim ama üç beş kuruş kazandım, sürülerim var aldığım keyif gitti namazda kendimi tam Rabbime veremiyorum. Imam-ı Azam cevap veriyor; "Evlat sen sürüleri gönlüne bağladın, benimkiler ahırda duruyor."

 Varlığımız varsa elde olacak, akılda gönülde değil.  Islamiyette paranın yeri ceptir...


Sevgi ve Saygılarımla..


24 Ocak 2013 Perşembe

Anadolu kültürü..



     Mersindeyim, şehrin içinde küçük bir çorbacı buldum lakin yer yok, mecburen bir adama rica ettim masasına oturmak için. Hemen çorbamı içip kalkacağım... Yanımdaki adam sordu "Nerelisin?", Kayseri dedim, "Bende Karslıyım" dedi, "iş bulmak için geldim bulamadım bir hafta daha bakıp döneceğim köyüme" dedi ve beni sordu, velhasıl bende hemen kalkıp gitmem gerekiyor soru uzamasın diye öğrenciyim dedim çorbamı içip kalkmak istiyorum. Lakin o benden önce içip kalktı, bende kısa bir süre sonra çorbamı bitirip hesabı istedim , "ödendi" dediler. Gerçekten tüylerim diken diken oldu. Beni bir daha görme imkanı yok, karşılaşmayacağız, bir daha birbirimizi görsek hatırlamayız bile. Bu adam işsiz 3 aydır amelelik yapmak için iş arıyor. Fakat bu Anadolu kültürü işte, geldi masamda oturdu diyor o benim misafirim, benden sonra geldi diyor ve belki de son parasını veriyor..... Diğer bir tarafta Ingiliz veya Alman çift ,öğlen kafeteryada beraber yemek yer, kadın kendi parasını, erkek kendi parasını öder.

20 Ocak 2013 Pazar

Somali'ye dair küçük bir anı..




    

Ecdadımızın yaptığı iyiliklerin gölgesinde yaşadığımız bu çağda, gelecek nesillerin gölgesinde yaşayacağı iyilikleri inşa etme borcumuz olduğuna inanıyorum. Bu iddianın ışığında Türkiye Cumhuriyeti'nin Somali'de başta yeknesak şekilde millet olarak, devlet olarak, Kızılayıyla, Tokisiyle, Tikasıyla, Thysiyle, tüm Stklarıyla üstlendiği rol, gerçek anlamda bayrağımız uğruna yapılmıştır, bizim bayrağımız sadece gücü değil, o oranda bir vicdanı da temsil etmelidir. Sayın Davutoğlu'nun şu sözlerini hatırlatayım; “ Alışkanlıkları kıracağız, ezberleri bozacağız, hiç görünmediğimiz yerlerde görüneceğiz ve bir sabah insanlar Afrika’da kalktığında Başbakanımızın uçağını, 20 yıl sonra ilk Mogadişu’ya inen ilk Başbakan uçağı olarak görecekler. Ve bir efsane oluşacak. Bir efsanedir Türkiye'nin Somali politikası. Yapacağınız milyarlarca dolar yatırımlarla ulaşamayacağınız bir kamu diplomasi başarısıdır." Bu noktada sözlerimi uzatmadan bir diplomatımızın yaşadığı küçük bir anıyı sizlerle paylaşmak istiyorum...


"Bölgeden ayrılırken, Somali'de yerel ve yoksul bir kadın tutturdu kahve yapacağım da kahve yapacağım.. Içimizden dedik ya bu kadının kahvesinden ne olacak, kibarca teşekkür ettik ve vedalaşırken kadın ekledi; "Ama zemzemle yapacağım", Bizde zemzemin hatırına kaldık. Kadın kuşağından bir anahtar çıkardı, onunla kilitli bir dolabı açtı ve 5 litrelik Hamidiye (Istanbul) marka suyu çıkarıp öptü ve şöyle söyledi; "Istanbul zemzem’i". 


Bu hikayenin üzerine yorumu sizlere bırakıyorum..






17 Ocak 2013 Perşembe

Kusur Saymak ...



Kusur sayıcılardan olma!

A benim güzel dostum! Çok kere olduğu gibi, bugün gene çok tenkitler ettin. Kusurlar, hatalar saydın. Acaba gıyabında tenkitler yaptığın, gıybetini ettiğin Allah’ın kullarının o yaşa kadar olan iyiliklerinden, hayra hizmetlerinden, güzel huylarından, zararsız hallerinden ne kadarını yâd ettin, kaç tanesini saydın? Münekkit ve kusur sayıcılardan olma. Korkarım ki, zulümkâr olursun.

Çok tenkitçilerin, gıybetçilerin, herkesin kusurlu işlerini sayanların meclislerine yanaşma. Bu kötü ahlâk sana da bulaşır. Hem çabuk bulaşır. Zira bu fena huyun muharriki nefistir. Nefsânî şeyler, nefisleri kolayca harekete geçirir.




Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden...

15 Ocak 2013 Salı

Engelli çocuk ve hikayesi

"Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkân için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle...

Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândan dışarı fırlayıp:


- "Küçüüük!" diye seslendi." Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir hârika!"

Çocuk, ona dönerek:

- "Gerçekten çok güzeller!" diye tebessüm etti, "Ama benim bir bacağım doğuştan eksik".

- "Bence önemli değil!" diye atıldı adam. "Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı veya vicdanı."

Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:

- "Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi."

Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:

- "Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?"

- "Çok basit!" dedi, adam. "Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler..."

Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işâret ederek:

- "Baktığın ayakkabı, sana yakışır!" dedi. "Denemek ister misin?"

Çocuk, başını yanlara sallayıp:

- "Üzerinde 30 lira yazıyor" dedi, "Almam mümkün değil ki!"

- "İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!" dedi adam, "Bu durumda 20 liraya düşer. Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder."

Çocuk biraz düşünüp:

- "Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!" dedi, "Onu kim alacak ki?"

- "Amma yaptın ha!" diye güldü adam. "Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım."

Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:

- "Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu.

- "İkiye gidiyorum!" diye atıldı çocuk, "Üçe geçtim sayılır."

- "Tamam işte!" dedi adam. "5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zâten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!"

Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek

- "Benim satış işlemim bitti!" dedi, "Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."

- "Şaka mı yapıyorsunuz?" diye kekeledi çocuk, "Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?"

- "Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş..." dedi adam, "Antika eşyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder."

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rûyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rûya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:

- "Bana göre 20 lira yeterli." dedi. "İndirim mevsimini başlattınız ya!"

Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:

- "Babam haklıymış!" dedi. "Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! demişti."

* Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur,
* Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur,
* Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur* Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir. "

13 Ocak 2013 Pazar

Fatih ve şiir yarışması



     Devlet-i Aliyye-i Osmaniye'de adettendir, her fetih öncesi şairler sultanlara, fethe ilişkin en güzel dizelerini hazırlarlar ve şahsen takdim ederler, Sultan da beğendiklerini muhakkak ödüllendirir.
       İstanbul'un fethinden önce Fatih, yine şairleri kabul eder, ve birbirinden güzel çeşitli makamlardaki edebi şiirleri dinler, bir müddet sonra bir köylü çıka gelir ve "Bende şiir takdim etmek istiyorum" der. Yardımcılar komik bulsa da Fatih dinlemek ister ve yanına kabul eder, köylünün ağzından şu dizeler dökülür;

"Güzergahın çayır-çimen 
Yediğin bal-kaymak olsun hünkârım"

       Hiç öyle gösterişli bir şiir de değildir hani. Edebî değerden bahsetmek pek mümkün değil. Ama Fatih'in çok hoşuna gider ve köylüye çok hediyeler verir. Hayret edenler olur tabii bu duruma; öyle ya birbirinden üstün o kadar söz ustası varken bu hediye niçin bu köylüye, üstelik sıradan sözlerinin karşılığı olarak tensip olunmuştur. Utana sıkıla Fatih'e sorarlar bu durumu ve şu cevabı alırlar:

      " Evet köylünün sözlerinde edebî san’atlar filân  hak getire ama; samimidir, içinden geçeni söylemiştir ve ömrü hayatında bildiği bütün güzellikleri bize layık görme inceliğini göstermiştir."