25 Kasım 2012 Pazar

Geçilmez denilen Bizans'ı geçti, ama bir tahta kapıda tıkandı kaldı.


Sultan Fatih.. Istanbul’u fethinin ardından Vefa semtinde bulunan Ebul Vefa Hazretlerini ziyaret etmek, duasını almak ister.. Dergahın kapısını çalar, görevli genç kapıyı açar, bir bakar kapıda Sultan Fatih, büyük bir sevinçle koşar efendisine haber verir; “efendim” der, “Fatih Sultan Mehmet Han sizi ziyarete gelmişler kapıdalar”. Ebul Vefa Hazretleri şöyle cevap verir, “Söyleyin dönsünler, görüşemeyiz.” Görevli çocuk çok şaşırıyor ve efendisini ilk kez sorguluyor ; “ efendim cihan padişahı,
Istanbulu bizler için alan kıymetli sultanımızı nasıl geri çevireceğiz,
kırılırlar, üzülürler” diyor. Ebul Vefa Hazretleri; “ kırılmaz onlar, derhal
gidin ve buradan ayrılmasını söyleyin.” Görevli
çocuğun eli mahkum, gidiyor ve iletiyor. Rahmetli Fatih’in gözleri
yaşarıyor ve yanındaki görevliye şöyle söylüyor; “ Görüyormusun, Bizansın
surları aşılmaz dediler aştık, AMA BİR  DERVİŞİN TAHTA KAPISINDA KALDIK. Bak
geçemiyoruz, ordu mu getireceğiz? Almıyorlar işte.” Velhasıl, Fatih içeri giremedi
ve gözleri yaşlı bir şekilde geri döndü sarayına. Onlar gidince, görevli de
Ebul Vefa Hazretlerinin yanına geldi ve gördü ki Efendi de ağlıyor. Görevli
çocuk dayanamadı; “ efendim dedi müsade buyurun artık soracağım, ağlayarak
gitti sultan, hiç olmazsa iki dakika oturup bir şerbet ikram edemezmiydik? ”
Ebul Vefa Hazretleri şöyle cevap verdi;  “Oğlum, o eğer buraya bir defa gelir ve bu zevki alırsa, tahtı tacı bırakır ve buradan ayrılmaz. 
O gaza askeridir biz dua askeriyiz, o orada lazım biz burada...
Ben ona git demedim ayrılık olmayan yere randevu verdim. Kavuşmak dediğin sonsuz olandır, o da ahirete mahsustur.” Bunun yanında;  “Bizim burada
dergahımızı görür, manevi halimizi teneffüs ederse korkarım her türlü yardımı bize
yapar ve diğer Müslüman kardeşlerimizi ihmal eder, bu yüzden böyle karar verdim”
der.


Necip Fazıl Kısakürek üstadın, altta paylaştığım mısraları size de bir şeyler ifade etmiyor mu?

Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.
İçeride bir has oda, yeri samur döşeli;
Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez.
Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada,
Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez.
Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, topyekün?
Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez.
Kayalık boğazlarda yön arayan bir gemi;
Usta kaptan klavuza varılmadan geçilmez.
Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berhava;
Yer çökmeden, gök iki şak yarılmadan geçilmez.
Geçitlerin, kilitlerin yalnız O'nda şifresi;
İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez!


N.F.K


        Bu devirde bir  Ebul Vefa Bulmak epey zor... Onun misyonunu
taşıyanlar onun kadar toleranslı değiller, merhametli değiller, güleryüzlü
değiller, affedici değiller..Biz aramakten yine de vazgeçmeyelim, zira "Aramakla bulunmaz lakin bulanlar arayanlardır" demiş eskiler.. Hz.Muhammed
dahi kendi öz kızına mahşerde yardım edemiyorken, bizler kimseye bel
bağlamadan, sorunlarda, sıkıntılarda suçu başka yerlerde arayacağımıza
kendimizi defalarca muhasebe etmeli, gözlerimizi daima içimize çevirmeliyiz...




15 Kasım 2012 Perşembe

10 Kasım üzerine..

“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” demiş ve birde hedef göstermiştin ; Türkiye Cumhuriyeti’ni muasır medeniyetin üstüne çıkarmak. Peki bu gösterdiğin hedefe ilişkin bizler neler yaptık, senden sonra gelenler neler yaptılar? Bunu Prof.Mehmet Çelik hocanın bir örneğiyle anlatmaya çalışayım; Evvel zaman içinde diyarın birinde bir Ağa varmış. Çok güzel bir çiftliği varmış. Yüzlerce de maraba(çalışanı) varmış. Herkesin mutlu olduğu koca bir köy. Bir gün Ağa kahyayı çağırmış, çok uzun bir yolculuğa çıkacağını söylemiş; çiftliğe iyi bakmalarını, döndüğü zaman her şeyin bıraktığından daha iyi, daha güzel olmasını arzu ettiğini emretmiş. Kahyaya bir de mektup bırakmış ve gittikten sonra bütün çalışanları toplayıp bu mektubu onlara okumasını emretmiş. Bir gece ağa herkesten habersiz çiftliği terk etmiş. Sabah olunca işe başlamadan kahya tüm çalışanları toplayıp durumu anlatmış ve mektubu okumuş. Mektupta Ağa’nın çiftlikle igili talimatları varmış. Yani her gün ne yapılması gerektiği; ağaçların ne zaman budanacağı, ilaçlamanın ne zaman yapılacağı, sulamadan çapaya kadar.. Kısacası çiftliğin daha güzel olması için titizlikle yerine getirilmesi gereken işler yazılıymış mektupta. Can u gönülden dikkatle dinlemişler talimatnameyi ama üzüntüden birkaç gün ellerini hiçbir işe vuramamışlar. 3-5 dakika çalışıp Ağa’yla ilgili anılarını konuşmaya başlamışlar.Günlerce bu devam etmiş. Ağa’nın dönüşünden yavaş yavaş ümit kesilince anma günleri düzenlenir olmuş.Bu anma günlerinde Ağa’dan kendilerine kalan tek somut şey olan mektubu okumaya başlamışlar Artık herkes o mektubu kelime kelime ezbere biliyormuş.Bir müddet sonra


Bu anma günlerinde mektubu en iyi okuyan yarışmalar düzenlemişler. Törenler, plaketler,unvanlar gırla gidiyormuş. Artık çiftlik tören diyarı olmuş.Çiçekler solmuş, ağaçlar yaşlanmış, her tarafta baykuşlar ötmeye başlamış. İşler kötüleşince kahyalar zalimleşmiş. Marabalar kamplara bölünmüş ve birbirleriyle didişmekten çiftliğe bakamaz olmuşlar. Artık çiftlik eski çiftlik değilmiş.Bir yandan komşu çiftliklerin ağaları gözleri buraya dikmişler, bir yandan da çiftlik içindeki çekişmeler ve kavgalar bir zamanlar yalancı cennet olan çiftlikte hayatı çekilmez hale getirmiş. Çiftliğin bu hale gelmesinden kimse kendini sorumlu tutmamış.Herkes birbirini ihanetle suçlamaya başlamış.Sabahtan akşama, akşamdan sabaha herkesin elinde Ağa’nın son mektubunun bir kopyası ve herkes buradan yaptığı alıntılarla çiftliği kurtarma, birbirlerini ihanetle suçlama nutuklarıyla zaman geçiriyormuş.Nihayet bir zaman gelmiş ki, ortada ne çiftlik kalmış, ne de..? Sadece Ağa’nın mektubunun kopyaları ve boşboğaz bir Ağa-ist grup. Teşbihte hata olmaz diyerek bir muhasebe yapalım; Yüzyıldır yalnızları oynayan bir ülke, bir zamanlar ufukların efendisi olan bir millet şimdi vizyondan yoksun zihinlerin efendisi konumunda ve Ağa’nın mektubunu kim daha yüksek sesle okursa o kadar fazla bağımsız ve cumhuriyetçi olunduğu sanılıyor. Bilim ve teknoloji üretmediğin bir çağda bağımsızlık palavra. “Boşver bunları. Onuncu Yıl Marşı’na devam..Bodrum gece kluplerinde sabaha karşı sarhoş kafayla amma da gidiyor!! “ Atatürk bunu yapasınız diye mi Samsuna çıktı? Bir ülke sadece savaş meydanlarında tarihe gömülmez, benim üniversitelerimin 5 te biri bütçesinde olan Tahran üniversitesi, nükleeer enerji, füze, insansız helikopter üretirken, benimkiler irtica, Cumhuriyet, başörtüsü yürüyüşleri yapıyorsa gerçek vatana ihanet budur. Labaratuarda saçları ağartmaktır gerçek milliyetçilik. Atamı ben de çok severim ama onun ticaretini yapandan nefret ederim. İki cıhan imparatorluğunu biz bu iç çekişmeler yüzünden kaybettik, oysa onun hedef gösterdiği yolun çözümü basitti, herkes yaptığı işin en iyisini yapsın yeterdi. Oysa biz Edirne-Kars arasına sıkışmış bir zihniyetle yeni nesilleri yetiştirdik. Hayallerini gerçekleştirmektense senin ismini kullanmayı daha çok sevdi bu ülke. Atatürk’ün muasır medeniyetler üzeri istikamet gösterdiği bu ülkeyi, çeteler ele geçirip; “Vatan millet Sakarya” edebiyatıyla 50 yıldır bu ülkede insanları birbirlerine kırdırdı. Artık bazı şeyleri daha iyi analiz etmenin zamanı geldi ve geçiyor, Cumhuriyet, onun değerleri,laiklik,çağdaşlık. Bu argümanları, bu ruh hastası bir avuç azınlığın elinden alın artık. Onun adını kullanmaktansa onun hayallerini gerçekleştirme gayretinde bir millet var ve bu sefer bu şahlanışı durdurmak epey zor. Hiç kimse merak etmesin bu millet kimseye yanlış yapmaz, sadece siz Beyaz Türkler bu ülkenin sahibi havasından vazgeçin o zaman göreceksiniz her şey nasıl da güzel olur bu ülkede.



Sevgi ve Saygılarımla,



Tunç Cavcav.

9 Kasım 2012 Cuma

Yahudilerle Geçmişimizden.. Mazlum olduk, Zulmeden Olmadık.

     Elbette Yahudilerle Bizler arasında geçmişten gelen çok ciddi ve deruni bir bağ var.. Bu çok ayak üstü konuşulacak bir konu da değil. Lakin şöyle objektif olarak baktığımızda bilhassa onların soykırıma uğradığı dönemlerde, dünyayı dörde ayırabiliriz; Bir; onlara soykırım uygulayan ülkeler, buna sanırım örnek vermeye pek gerek yok. İki; onlara soykırım uygulanırken susan ve tepki vermeyen ülkeler, burada "modern" ve "demokratik" batı ülkelerini, özellikle Avrupa ülkelerini sayabiliriz. Üç; uzak kavimler. Yani Latin Amerika,Orta Asya gibi dönemin statik şartlarında soykırıma vakıf olmayan ülkeler.Dördüncü kategoride ise neredeyse tek ülke var, onlar soykırıma uğrarken kucaklarını,kapılarını açan ülkeler; Bizler yani Türkiye. Bu Konuda tarihimiz o kadar zengin ki, unutturmak isteyenlere rağmen, bir Türkiye genci olarak,  ayak izlerimize baktığımızda tarihimizden çok ciddi bir güç alıyorum. Bu hususta bir örnek teşkil etmesi açısından Prof. Kemal Karpat hocamızın "Osmanlı Hoşgörüsü" adlı kitabından alıntı yapayım;

"2 Ağustos 1492 de ıspanya kralı Ferdinand ve kraliçe Isabella Elhamra fermanı ile ispanyadan tam 120.000 Yahudiye topraklarını yasakladı. Onlar da inançlarından , geleneklerinden varlıklarından vazgeçip kaçmayı tercih ettiler. Hiçbir Avrupa ülkesi onları kabul etmedi. 120.000 Yahudi Portekiz sınırını geçtiyse de, hemen oradan da sürgün edildiler. Ancak uzaklarda ki Osmanlı İmparatorluğundaki bir hükümdar, zulme uğramış Ispanya Yahudileri olan Sefaradları ülkesine kabul etti. O hükümdar Sultan 2. Bayezid idi"

Örnekler vasıtasıyla geçmişe baktığımızda Avrupa'nın hatta neredeyse tüm batının, İsrail Devletinin Zalimliklerine ve vurdumduymazlıklarına sessiz kalmasını çok daha iyi anlayabiliriz, çünkü onların sırtlarında yumurta küfeleri var, bagajları var, zulmettiler ve sustular. Ama biz zulmetmedik, yardım ettik. Bir Türkiyeli olarak, Sayın Dış işleri Bakanımızın o güzel betimlemesiyle bitireyim; " Bolgede barış olsun istiyorsanız, Israilin ne o geçmişteki mazlum millet, ne de  üstün millet değil, herkes gibi sıradan bir millet olduklarını anlamaları gerekiyor, bunu da öğretecek tek millet biziz onu da söyleyeyim.."