24 Ekim 2015 Cumartesi

Ağaçlar Üzerine Notlarım


      Ne zaman siyaset ve gündem dışı bir şeylerden konuşsak, ciddiyeti kundaklamak için “çiçek-böcek edebiyatı” yaftasını yiyor, ağzımızın payını alıyoruz. Siyasetin suniliğine, gündemin geçiciliğine teslim olduk, olundu. Kendimize mahsus özellikler, güzellikler ve renkler birer ikişer soldu, soluyor. Aklımız hep ötedeki durakta. Kayar gibi geçiyoruz hayatımızın üzerinden; değmeden, dokunmadan. Biz istediğimiz kadar gözümüz var zannedelim, gündeme onların istedikleri gibi bakıyorsak körüz demektir. Gündemde olanları değil gündemimizde olanları konuşmalı, yazmalıyız.

************

Kendi gündemimize bakalım: Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir isimli eserinde, "Anadolu''nun romanını yazmak isteyenler, ona mutlaka türkülerden gitmelidirler" diyor. Peki ya ağaçları?

Nazar, manzarayı oluşturur. İbrahim Tenekeci gelinen noktayı şöyle özetlemişti: “Anne ve babalar, manzara olsun diye evlerinin önüne ağaç dikmişti. Çocuklar ise manzaranın önünü kapatıyor gerekçesiyle, o ağaçları kesiyorlar.” İlginçtir, "görüntü kirliliği" deyimini icat eden de yine bu nesildir.

************

Mesela şu dizeler: “anlat dedim ağaca, gölgesine uzanıp" veya "Otur dedim ağaca, yorulmuşsundur" hatta bir Japon haikusu: “Esirgemez kokusunu / Dalını kırandan da / Erik ağacı... Kim bilir hangi ağacın gölgesinde, ikliminde uzanıp da yazıldılar? Veya “İğde kokusuna tutunmuş gidiyordum.”

Hatta daha da geriden başlarsak; bizim medeniyetimiz kendini ifade etmek istediğinde hep çınarı seçmiştir. Neden diye düşündünüz mü hiç? Çünkü çınar ve ardıç ağaçlarının kökleri çok derinde olur. Ve gölgelik oluşturduklarında gerçek anlamda gölgelik oluştururlar, ayırmadan, seçmeden. Biliriz ki kökü sığ olanın gölgesi de sığ olur; gümrah olmaz. Anlayan anlar, anlamayan anlamaz. Bu bir yerde de  nasip meselesidir. Adeta sabrı kendilerine zırh edinip, yıllardır tek başlarına zamana ve olaylara şahitlik ederler. “Eşhedü” derler.  (Ben Şahidim). Yargılamazlar, suçlamazlar, savunmazlar ve onlara tokat atanlardan dahi gölgelerini esirgemezler.  Ne olursa olsun omuz vermek varken asla omuz atmaz ağaçlar. İşte bu gerçek bir duruştur; devrimci duruşu, Müslüman duruşu, İnsan duruşu...

Bir ağacı ziyaret etmek için yolumu uzattığım, gölgesinde dinlenmek için uzun yürüyüşler yaptığım çok olmuştur.  Ancak ağaçlar hakkında iştahla konuşmama vesile olan  Domaniç’teki Mızık Çamı’dır. Rivayet odur ki, Osman Gazi"nin bebekliğinde, ninesi Hayme Ana, bu ağacın dalına salıncak kurup torununu avutmuştur. Bu minvalde ağaçlar aynı zamanda birer de karakutudurlar. Sarı çiçekle konuşan Yunus Emre'nin torunları olarak hiç düşündünüz mü; bir küçük sakız ağacının bile ömrünün ne kadar azına tanık olacağız ? 

************

Köyden şehre göçen insanları bir düşünelim; yanlarında her şeylerini beraberinde getirmelerine rağmen ardıç ve ahlat ağaçları şehirlere gelmeyi kabul etmemişlerdir.  Kurak yerde büyüyen ağaçları köylülere, sulak yerde yetişen ağaçları da şehirlilere benzetirler. Gerçekten de sulak yerde yetişen ağaçlar; kavak, çınar, söğüt gibi bu ağaçlar hem meyve vermezler hem de keresteleri pek makbül sayılmaz.

“Lâzım gelirdi serv ü çınar ola meyvedâr. Fazl ü hünerde medhâli olsa kıyâfetin”
(Selvi ağacı ve çinar ağaçlarının meyve vermesi gerekirdi eğer kılık kıyafetin, büyüklüğün iriliğin bir faydası olacak olsaydı. Onlar meyve vermez de, kısacık vişne ağacından neler alırsın.)

Bana öyle geliyor ki meyvesiz ağaçlar çocuksuz aileler gibi, daima dertlidir. Kavakların uğultusunu düşünün. Ne dertli bir sestir o!

Burada gelin yazara kulak verelim: “Yeni nesil meyve ağaçlarına gelince... Şımarıktırlar ve sürekli ilgi isterler. Havadan nem kapmak onlara mahsustur. İlaçlayacaksın, gübreleyeceksin, düzenli olarak budayacaksın, etrafını temizleyeceksin, toprağını çapalayacaksın..” Aktarırken bile yoruldum! Laf aramızda köydeki ağaçlar ölümden hala bir akraba gibi bahsederler, şehirlerde ise ölüm hala bir yabancı...

************

Hasılı; ağaç, toprak, tabiat, edebiyat; bunlar bize ilim, irfan ve ilham verir, hayra davet eder. Son yıllarda içinde veya yakınında olduğumuz  birçok şey ise gurur ve kibir veriyor. İster istemez fânilik duygusumuzu zayıflatıyor.

Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi'nden bir küçük hikayeyle toparlayalım: Kendisi elinde incir ağacı fidesi olan bir dedeyle karşılaşır. “Dede” der, “o fide en az 15- 20 yıl sonra meyve verir, gördüğüme göre sen de çok yaşlısın, onun meyvesini yiyeceğinden şüpheliyim,” Dede; “Oğlum” der, “bizden öncekiler diktiler, biz de yedik. Biz de dikeceğiz ki, bizden sonrakiler yesinler.”


Not: “İnsan nedir bilir misin Olric..?
-Nedir efendimiz..?
“-Ağaçları kesip onlardan kağıt yapan,
Sonra da o kağıtlara "Ağaçları Koruyunuz" Yazandır...”