Ankara Kalesi'ne meftun biri olarak birkaç fotoğraf ve o âna dair hislerimi küçük notlar aracığıyla paylaşmak istedim:
- Süleyman Bey Amca, buranın en eskilerinden. Bir çay ısmarlarsa durgun veya yorgun; çayı ikilerse neşeli. Üçüncü çay? İşte o vakit mühim bir konu geliyor.. Memleket meselelerine karşı çok hassas fakat herkesle konuşmaz.
- Benim iyi insana, güzel mizâca merakım var, gerisi işin bahanesi. Hasan Kurşun ustanın dükkanına uğradığınızda da işini seven bir ustanın huzurunu tadıyorsunuz ve o huzurdan mutlaka payınıza düşeni alıyorsunuz, şayet nasibiniz varsa.
- Artık gerçek sanatçılar, el ustaları, maalesef göçüp gidiyorlar, yaşamalarına izin vermiyoruz. Burada çok sevdiğim Erbil Amca vardı, kalaycı. Alem ustası Mustafa Dayı vardı. Artık yoklar...
- Parmak uçlarındaki huzur desek doğru olur öyle değil mi? Tespih vefalı dosttur. Zor zamanlarda size yarenlik eder ve asla nankörlük yapmaz. Yetmez mi? Bazı tespihlerle eller hemen kaynaşır, bazısına ise ne kadar pahalı olursa olsun alışamazsınız. İnsan ilişkileri de böyle değil mi? Nasıl herkesle arkadaşlık yapılamazsa...
- Benim gönlüm ise her zaman ahşaptan yana. Kuru çekilmiş 50 liralık mütevazı bir öd veya kuka ağacı tespihi, 20 bin liralık fil dişi veya kehribar tespihe değişmem. Fatih Sultan Mehmed Han'ın tespihlerini görmüştüm, çoğu ahşaptı. Cihan hükümdarı ve öd ağacı. Güzel bir ikili değil mi?
- 1289 yılında bir âhi ustanın yapmış olduğu Arslanhane Câmisi hakkında ne söyleyebiliriz ki? Tamamen ahşap el işçiliği tavanına bakmaktan önüne bakamıyor insan. Haddimizi bilip susalım.
- 1289 yılında ruhunu bir nakış gibi ilmek ilmek işlemişler. Bugün bu ruhu işleyebildiğimiz, kalpten kalbe hitap edebilen kaç yapımız var?
- 700 sene önce eşyaya aşkını dokuyanlar bizim gibi arz-ı endam hâlinde değillerdi, arz-ı hâl hâlindelerdi. Peki reçetemiz var mı? Bilmiyorum.