Ne zaman siyaset ve gündem dışı bir şeylerden konuşsak,
ciddiyeti kundaklamak için “çiçek-böcek edebiyatı” yaftasını yiyor, ağzımızın
payını alıyoruz. Siyasetin suniliğine, gündemin geçiciliğine teslim olduk,
olundu. Kendimize mahsus özellikler, güzellikler ve renkler birer ikişer soldu,
soluyor. Aklımız hep ötedeki durakta. Kayar gibi geçiyoruz hayatımızın
üzerinden; değmeden, dokunmadan. Biz istediğimiz kadar gözümüz var zannedelim,
gündeme onların istedikleri gibi bakıyorsak körüz demektir. Gündemde olanları değil gündemimizde olanları konuşmalı, yazmalıyız.
************
Kendi gündemimize bakalım: Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir
isimli eserinde, "Anadolu''nun romanını yazmak isteyenler, ona mutlaka
türkülerden gitmelidirler" diyor. Peki ya ağaçları?
Nazar, manzarayı oluşturur. İbrahim Tenekeci gelinen noktayı
şöyle özetlemişti: “Anne ve babalar, manzara olsun diye evlerinin önüne ağaç
dikmişti. Çocuklar ise manzaranın önünü kapatıyor gerekçesiyle, o ağaçları
kesiyorlar.” İlginçtir, "görüntü kirliliği" deyimini icat eden de
yine bu nesildir.
************
Mesela şu dizeler: “anlat dedim ağaca, gölgesine
uzanıp" veya "Otur dedim ağaca, yorulmuşsundur" hatta bir Japon
haikusu: “Esirgemez kokusunu / Dalını kırandan da / Erik ağacı... Kim bilir hangi
ağacın gölgesinde, ikliminde uzanıp da yazıldılar? Veya “İğde kokusuna tutunmuş
gidiyordum.”
Hatta daha da geriden başlarsak; bizim medeniyetimiz kendini
ifade etmek istediğinde hep çınarı seçmiştir. Neden diye düşündünüz mü hiç?
Çünkü çınar ve ardıç ağaçlarının kökleri çok derinde olur. Ve gölgelik
oluşturduklarında gerçek anlamda gölgelik oluştururlar, ayırmadan, seçmeden.
Biliriz ki kökü sığ olanın gölgesi de sığ olur; gümrah olmaz. Anlayan anlar,
anlamayan anlamaz. Bu bir yerde de nasip
meselesidir. Adeta sabrı kendilerine zırh edinip, yıllardır tek başlarına zamana
ve olaylara şahitlik ederler. “Eşhedü” derler.
(Ben Şahidim). Yargılamazlar, suçlamazlar, savunmazlar ve onlara tokat
atanlardan dahi gölgelerini esirgemezler. Ne olursa olsun omuz
vermek varken asla omuz atmaz ağaçlar. İşte bu gerçek bir duruştur; devrimci
duruşu, Müslüman duruşu, İnsan duruşu...
Bir ağacı ziyaret etmek için yolumu uzattığım, gölgesinde
dinlenmek için uzun yürüyüşler yaptığım çok olmuştur. Ancak ağaçlar hakkında iştahla konuşmama
vesile olan Domaniç’teki Mızık Çamı’dır.
Rivayet odur ki, Osman Gazi"nin bebekliğinde, ninesi Hayme Ana, bu ağacın
dalına salıncak kurup torununu avutmuştur. Bu minvalde ağaçlar aynı zamanda
birer de karakutudurlar. Sarı çiçekle konuşan Yunus Emre'nin torunları olarak hiç düşündünüz mü; bir küçük sakız ağacının bile ömrünün
ne kadar azına tanık olacağız ?
************
Köyden şehre göçen insanları bir düşünelim; yanlarında her
şeylerini beraberinde getirmelerine rağmen ardıç ve ahlat ağaçları şehirlere
gelmeyi kabul etmemişlerdir. Kurak yerde
büyüyen ağaçları köylülere, sulak yerde yetişen ağaçları da şehirlilere
benzetirler. Gerçekten de sulak yerde yetişen ağaçlar; kavak, çınar, söğüt gibi
bu ağaçlar hem meyve vermezler hem de keresteleri pek makbül sayılmaz.
“Lâzım gelirdi serv ü çınar ola meyvedâr. Fazl
ü hünerde medhâli olsa kıyâfetin”
(Selvi ağacı ve çinar ağaçlarının meyve vermesi
gerekirdi eğer kılık kıyafetin, büyüklüğün iriliğin bir faydası olacak olsaydı.
Onlar meyve vermez de, kısacık vişne ağacından neler alırsın.)
Bana öyle geliyor ki meyvesiz ağaçlar çocuksuz aileler gibi,
daima dertlidir. Kavakların uğultusunu düşünün. Ne dertli bir sestir o!
Burada gelin yazara kulak verelim: “Yeni nesil meyve
ağaçlarına gelince... Şımarıktırlar ve sürekli ilgi isterler. Havadan nem
kapmak onlara mahsustur. İlaçlayacaksın, gübreleyeceksin, düzenli olarak
budayacaksın, etrafını temizleyeceksin, toprağını çapalayacaksın..” Aktarırken
bile yoruldum! Laf aramızda köydeki ağaçlar ölümden hala bir akraba gibi bahsederler, şehirlerde ise ölüm hala bir yabancı...
************
Hasılı; ağaç, toprak, tabiat, edebiyat; bunlar bize ilim,
irfan ve ilham verir, hayra davet eder. Son yıllarda içinde veya yakınında
olduğumuz birçok şey ise gurur ve kibir
veriyor. İster istemez fânilik duygusumuzu zayıflatıyor.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi'nden bir küçük hikayeyle toparlayalım: Kendisi elinde incir ağacı fidesi olan bir dedeyle
karşılaşır. “Dede” der, “o fide en az 15- 20 yıl sonra meyve verir,
gördüğüme göre sen de çok yaşlısın, onun meyvesini yiyeceğinden şüpheliyim,”
Dede; “Oğlum” der, “bizden öncekiler diktiler, biz de yedik. Biz de dikeceğiz
ki, bizden sonrakiler yesinler.”
Not: “İnsan nedir bilir misin Olric..?
-Nedir efendimiz..?
“-Ağaçları kesip onlardan kağıt yapan,
Sonra da o kağıtlara "Ağaçları Koruyunuz" Yazandır...”
-Nedir efendimiz..?
“-Ağaçları kesip onlardan kağıt yapan,
Sonra da o kağıtlara "Ağaçları Koruyunuz" Yazandır...”